ANAMUR'UN SESİ
"Anamur'un ve Anamurluların Buluşma Adresi ve Gerçek Sesi..."
arama   site haritası
 

 

KÜLTÜR
Folklor
    - Genel
    - Sosyal ve Kültürel Hayat
    - Yörük Kültüründen Bir Demet
    - Yöre Yemekleri
    - En Vurma
    - Kavurga
    - Halk Hekimliği
Halk Oyunları
Anamur Hikayeleri-Şiirleri
Efsane-Masal-Atasözü...
Anamurlu Yazarlar ve  Kitapları
Anamurlu Ünlüler
Anamur Gazete ve Gazetecileri
Dokuma ve El Sanatları

 

FOLKLOR


YÖRÜK KÜLTÜRÜNDEN BİR DEMET
 

Son yüzyıllık dönemde, Türk Milleti; kendi kendinin amiri, kendi yurdunun efendisi olmaktan bir hayli uzaklaşmıştır. Buna, tarihi olayların yanı sıra bilim, teknik, ekonomik alanlardaki geri kalmışlığımız ve en önemlisi özden, millî kültür değerlerimizden kopuşumuz sebep olmuştur.
 

Türk Milletinin kendine has bir kültürü vardır. Bu kültür araştırılıp, çıkarılmadığı, unutulduğu ve yok olmaya mahkûm edildiği için, bu millet çok şey kaybetmiştir. Bizi yaşatan, bize bizi anlatan kültür değerleri nerededir? Millî kültür kaynaklanınız nelerdir? Yıllardır içinde kıvrandığımız ekonomik bunalımların, kültürel yıkımların sonu nereye varacak? Biz yazımızda bu soruların cevabını verecek değiliz. Ancak bizi yaşatan, bizim ayakta kalmamızı sağlayan, geleceğe aydınlık bir ufuk olarak bakmamızı sağlayacak milli kültürümüzden bir kaç demeti size sunmak istiyoruz. Gidip, araştırıp, gördüğümüz yerlerde bu millî kültür demetinin çok zayıflamış olduğunu görünce içimiz burkuldu, üzüldük… Geçmişi bilmek, geçmişten ders almak çok önemli. «Ölüsünü bilmeyen, dirisini bilmez» dediler bize. Biz de onlara: «Geçmişini bilmeyen milletler, atisine emin adımlar atamaz» dedik. Ulu önder Atatürk de bu konuda: “Kendi benliğini bilmeyen milletler, başka milletlerin şikâradır (Esiridir) demiştir.
 

Kültür konusunda, son yüz yıllık dönemde yabancılara bir esaret söz konusudur. Kendi kültürümüzden çağın gereklerine uygun kıymetler çıkaracağımız yerde; körü körüne yabancıların manevi köleleri haline gelmişiz. Bu manen kölelik «Allah korusun» sonuna maddi bir kölelik getirir. İşte bunun için fert fert kendimizi bilmeli ve millî şuurla kendi kültür değerlerimiz etrafında kenetlenmeliyiz. Bunun tek yolu ise eğitimdir. Türk Milletinin bütün fertleri, Türk Milletinin kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren yurttaşlar olarak yetiştirilmelidir. Zaten bu da Türk Millî Eğitiminin amaçlarından biridir.
 

Yukarıda kısa bir özetini yapmaya çalıştığımız konuların ışığında elimizde «Yasıca» marka fotoğraf makinemiz, teybimizle Türkmenlerin, Yürüklerin yaşadığı Toros dağ köylerine doğru yola çıktık. Amacımız: Yörük dediğimiz bu insanların neler giydiğini, hangi el sanatlarını yaptıklarını, bu el sanatlarının yapımında neler kullandıklarını ve o bölgenin oyunlarını, türkülerini kaynaklarında görüp, tespit etmekti.
 

Sizlere, bir gül bahçesini andıran Türk kültürünün büyüklüğü içinden bir demet gül sunacağız. Bu bir demet gülü sizler koklayacak ve kalbinizin derinliklerine kadar çekeceksiniz.
 

GÜNEY ŞERİDİ
 

Türkiye haritalarına baktığımız zaman, Toros dağlarının Irak sınırımızdan başlayıp ta Ege sahillerine kadar kıyıya paralel olarak, uzandığını görürüz. İşte bu uzantıların Akdeniz kıyı şeridi boyunca uzanan kısmı yer yer, paralelliğe dik dağlarla kesilmiş ve küçük koylar meydana gelmiştir. Bu koylar; Taşucu'ndan başlayıp, Anamur, Gazipaşa kıyı danteli boyunca devam eder.
 

Otobüsün ucu Pullu Tepesi’ni döndüğü zaman, karşımızda; Güney Şeridinde altmış bin nüfuslu Anamur ilçesi görünmekteydi, içimizden “İşte geldik. Bizi görev bekliyor.” dedik.
 

Yemyeşil bir ova, mümbit, verimli, senede üç mahsulün yetiştirildiği, bir uçtan bir uca uzanan ova. Azıtepe'den başlayıp, Karga Gedik dağının diplerine kadar uzayan bir ova. Bu eşsiz ova iki tane çayla tam üç eşit parçaya ayrılmış. Dragonda çayı doğu kısımda, Sultansuyu çayı da batı tarafında denize doğru akmakta. Burası muz diyarı. Ova sanki naylonla kaplanmış. Seralar o kadar sık ki. Ova sanki naylon serilmiş, beyaz bir örtüye dönüşmüş, özellikle Sultansuyu boyları. Sultansuyu dedik. Neydi

 

Sultansuyu’nun hikâyesi?
 

Sultansuyu çayının hikâyesini yaşlılardan sorduk. Onlar bize şöyle anlattılar:
 

“— Bu çay üç dört tane derenin birleşmesi ile meydana gelir. Şimdi şu coşkun halini gördüğümüz çay yazın bir dereyi andırır. Şu anda karşıdan karşıya geçmek isteseniz, geçemezsiniz. Sular alır götürür. Buna ismini çok eskiler vermişler. Bir kış ki sorma gitsin. Günlerce yağmur yağmış, hiç durmadan, bardaktan boşanırcasına. Dağ taş sel olmuş. Derelerin çıktığı kaynaklar beslenmişte beslenmiş. Dağın taşın suyu sultan suyuna toplanmış. O zamanlarda karşıdan karşıya geçmek için ne köprü var çayın üzerinde, ne de başka bir Şey. İşte bu sıralarda olan bir düğün sırasında “Sultan” adında bir gelin atının üstündedir. Karşıdan karşıya gelin alıcı kafilesi geçecektir. Düğün bu, gönül işi beklenmez ki. Ama kafile Atın üzerinde, karşıya geçmek için uğraşırken azgın seller bir anda ne olduğu anlaşılamadan gelini aldığı gibi bulanık suları ile götürmeye, sürüklemeye başlar. Artık yapılacak bir şey yoktur. Sevinçli düğün günü üzüntü ve acıya dönüşmüştür. “Sultan” gelinin adına ithaf olmak üzere bu çaya “Sultansuyu” denmiştir.”

 

Bize hikâyeyi anlatan yaşlı amca adeta o günün heyecanını yaşıyor gibi olmuş, anlatırken sesi hüzünlenmiş ve duygulanmıştı. Sesinin titremesi bölge halkının duygusallığından başka ne olabilirdi?
 

Anamur adı; Karga Gedik dağının dibinde kurulmuş, tarihi M.Ö. 1200 yıllarına dayanan Anemurium şehrinden kalmıştır. Karga Gedik dağı paralel dağ sıralarını keserek denize doğru uzanır ve Türkiye'mizin güneyinin en uç noktası Anamur Burnu'nu meydana getirir.
 

RÜZGÂRLI BURUN
 

Anemurium iki kelimenin birleşmesi ile meydana gelmiş. Bu kelimelerden birincisi Anem, diğeri ise; Ouriumdur. Anem kelimesi; burun, Ourium kelimesi de rüzgâr anlamına gelmektedir. Kelimeler birleştirildiği zaman ise ortaya çıkan kelime «Rüzgârlı Burun» olmaktadır. Bu durumda ise Anemurium adı güneyin uç noktası Anamur Burnuna izafeten verilmiş olmaktadır.
 

Karga Gedik dağı üzerine yapılmış kaleye doğru çıkınca bütün sertliği ile kız deniz rüzgârı yüzümüze çarparken, Akdeniz’in tuzlu havasını da bizlere koklattı.
 

YÖRÜKLERİN GELİŞİ
 

Alparslan komutasındaki Türk orduları, Ronmenos Diogenes komutasındaki iki yüz bin kişilik Bizans ordusunu yerlere serdikten sonra, Anadolu kapılan tamamen Türk'lere açılmıştı. Malazgirt savaşı, Anadolu üzerinde Türklerin kesin hâkimiyetinin sağlandığı, Türklerin oymak oymak yerleşmeye başladıkları zamanın başlangıcı olarak kabul edilirse, bundan yüz yirmi yıl sonrası da Yörük Türkmenlerin Anamur'a yerleşme tarihi olarak kabul edilebilir.
 

Selçuklu Hükümdarlarından Alaaddin Keykubat, ileri görüşlülüğü ile kıyı şehirlerinin fet edilmesi gerektiğini anlamış ve bu işle emrindeki Mübarezeddin Ertokuş Beyi görevlendirmiştir. Ertokuş Bey de 1228 yılında Anamur'u zaptetmiştir. 1228 yılından beri Anamur bir Türk şehri olarak devam etmiş ve sırayla; Karamanoğullarına, Osmanlılara geçmiştir.
 

Anadolu’ya boy boy, oba oba yerleşen Türkmenlerin birçoğu, kendilerine bu yeşillikler diyarı, ormanlarla kaplı bölgeyi yurt tutmuş. Yörüklüğüne Toroslar uygun düşmüş. Toros Dağlarını kendilerine vatan etmişler. Onlara kışın ılık sahiller, yazın serin yaylalar konargöçerliklerine biçilmez kaftan olmuş.
 

KÜLTÜRÜN İZLERİ
 

Şehir içinde dolaşmaya çıktığımızda ayaklarında siyah pantolonlar olan insanlar gördük. Bu pantolonlara iyice dikkat edince, kumaş olmadıklarını, gördük. Bunlar ayak bileklerinin üstleri düğmeli vücudu sımsıkı saran ve arka cepleri tabanca biçiminde olan siyah pantolonlardı. Bu pantolonlardan giyen gencin birini bir çay evine davet ettik. Çaylarımızı söyleyip içerken, bir yandan da sorularımızı sormaya başladık.
 

—Bu giydiğiniz pantolon nasıldır? Neyden(Hangi malzemeden) yapıyorlar bunun kumaşını?
 

Genç bizim bu sorumuza güldü. Her halde bizim için «Ne cahil adamlar» diye geçirmişti içinden. Sonra anlattı.
 

—Bu pantolona şayak pantolon denir. Kültürümüzü o kadar bozmuşlar veya dışarıyı o kadar örnek aldırmışlar ki, halk arasında bu kamaşa İngiliz de deniyor. Düğmeli eski İngiliz pantolonlarına benzediği için. Yani şu üzerinde gördüğünüz şekli ile bu ad verilmiştir. Şu paçasındaki yırtmaçları ve bunun üzerine dikilmiş düğmeler, vücudu sıkışı ve arka ceplerinin tabanca gibi oluşundan dolayı bu adı ile anılmaktadır. Şekil önemli değil ama emekte işte, yapılışı da bize aittir. Bu pantolonları şimdi bütün terziler dikiyor. Bunun kumaşına «şayak» denir. Tamamen yündendir.
 

Bu genç arkadaşımıza, bu kumaşının nasıl yapıldığını sorduk ama o bu konuda bir şey bilmiyordu. Dağ köylerine çıktığımızda bu konuyla ilgili soruları Yörüklere yöneltecektik.
 

Bu pantolonlar Yörük kültür izlerinin şehri bile etkilediğini, fakat şehirde öz kültürümüzün bir çeşni halini aldığını söylemeden geçemeyiz. İngiliz ismini bu pantolona vermek, İngiliz kültürünün izleri miydi acaba?
 

YOLCULUK BAŞLADI
 

Mersin İlinin bu eşsiz güzellikteki ilçesi Anamur'dan biraz sonra ayrılıp, köylere doğru yola çıkacağız.
 

Anamur, Mersin'in en uzak ilçesi. Tam 230 kilometrelik bir yol var, ille ilçe arasında. Mersin’i, Antalya'ya bağlayan E-24 nolu karayolu ilçeden geçmekte.
 

Anamur-Sinop Atatürk Yolu projesi ise hâlâ devam etmekte. Yayla bölümü, Karaman-Konya bölümünün bir kısmı yapılmış durumda, halen tamamlanmış değil.

 

İlçe merkezi, denizden üç kilometre, kadar içerde dağ eteğindeki küçük tepeler üzerinde, deniz seviyesinden, sıfırdan başlayıp ortalama on metre ile yüz metre arasında yükseklikte kurulmuş.
 

Denizin mavi dalgaları ve enginliği, ovanın yeşilliği ve Anemurium harabeleri gerilerde kaldı artık. Anamur-Sinop Atatürk Yolu üzerinde gidiyoruz. Yolculuk başladı. İlk molamızı, yoldan sola doğru saparak. Kadılar isimli mahallede verdik. Bu malaklar adlı bir köyün mahallesi. Köyle arasında üç kilometre kadar yol var. Köyün devamında yayla yolu üzerinde yer alan küçük otuz-otuz beş hanelik bir mahalle.

 

Evlerin birçoğu modern mimari tarzı ile yapılmış. Birçoğu da üzeri toprakla örtülmüş «dam» şeklinde.
 

Evlerin yapılışı ne olursa, olsun, aşağı yukarı burada her evde bir tezgâh kurulmuş, ıstarlar ve çulfalılıklar. Gidip gezdiğimiz evlerde bu çulfallıkları ve ıstarları tek tek gördük, inceledik, çalışma metodunu öğrendik.
 

ÇULFALLIK
 

Evine misafir olduğumuz Hamdı Efendi bize çay ikram etti. Çayımızı içerken ocakta, yanan odunların üzerinde kızının kavurduğu yerfıstıklarını tabaklarda ikram etti. Bir yandan kavurga (Kavurmaktan gelen bir kelime) yerken bir yandan da konuya girip, teybimizin düğmesine bastık. Kendisi pek bu İşlerden anlamıyordu. Hanımı ise çulfallık ve ıstar tezgâhlarının, tamamen ustası olmuştu. Biz bu tezgâhların ne işe yaradığın: ve nasıl dokuma yaptığını sorduk. O bize anlatmaya başladı:
 

Fotoğraf: Nevzat Çağlar (Çulfallıkta Dokuma)

 

— Şu gördüğünüz tezgâha çulfallık denir. Bu çulfallık, battaniye ve şayak dediğimiz, Yörüklerin ceket ve pantolon yaptırdıkları kumaşları dokumaya yarar.
 

Şehirde sorupta Öğrenemediğimiz «şayak» kumaşım dokuyan bir kadın bulmuştuk. Adını sorduk. “Ayşe.” diye cevap verdi. Ayşe Hanım bu köye Kazancıdan gelin olarak gelmişti. Ona “Köylü Aşşa” diyordu mahalle halkı.
 

— Ayşe yenge bize başından başlayıp şayak nasıl yapılır, şöyle bir anlat, hem öğrenmiş olalım, hem de bu Yörük el sanatını başkalarına tanıtalım,
— Olur. Dedi, kadın ve anlatmaya başladı:
 

Bahar geldi mi Yörükler yaylalara çıkarlar. Gerek Bahşiş köyleri, gerek bizim burası olsun, gerekse Güren, Boğuntu, Çaltıbükü, Akine köyleri olsun yaylaya göçerler. Bir yandan boynu canlı develere yatak yorganlar, ala çuvallar, ala heybeler yüklenir ve yüklerin üzerine ala kilimler atılır geceden yollara düşülür. Bir yandan köpekler havlar, bir yandan eşekler anırır, atlar kişner, kuzular, oğlaklar meleşir. Göç kervanları yola çıkmıştır artık. Dillerde san yayla türküleri, yaylalara varılır.

 

 

Baharda hava soğuktur; Temmuz, Ağustos aylan geldiğinde havalar ısınınca kuzular “Gırklık” denen bir büyük makasla kırkılır. Kırkılmadan önce koyunların suda yıkanmasında fayda vardır. Çünkü yıkanırsa yünler temiz olur. Kırkılan yünler güzelce yayla atılır. Yay eğri bir ağaç ve ağacın uçlarına bağlanmış kirişten meydana gelir ve bir tarağı olur. Bu yünler atılırken Yörük çocukları oyunlar oynar. Yünleri atanlar ise bu çocuklara sinir olur. Yani çocuklar yünü atanın yayı elindeki tarağı ile gerdirip, yünleri savurtup attırırken çıkardığı sesleri “pıllım pıllım-pıttık, pıllım pıllım-pıttık” diyerek ağızları ile taklit ederler. Yayın kirişi koyun ve keçilerin ince bağırsağından yapılmış olup ince bir ip şeklindedir. Buna kiriş denir. Kiriş çocukların bu ağız kesmesi sırasında mutlaka kırılır. Böylece yünleri atan kadın çocuklara sinir olur.

 

 

Yayının kirişini yenileyerek işine devam eder. Bu atmanın sonunda yünler bir birinden ayrılmış ve pamuk gibi yumuşamıştır. Bu yünler bölüm bölüm alınarak kolçak haline getirilir. Kola takılan yüne kolçak denir. Kolçağın ucundan eğirtmece (kirmen) yün verilir ve bütün yün eğrilir, ince ip haline getirilir. Siyah yünler ayrı eğrilir, beyaz yünler ayrı. Karışık renkli ala yünler bir ayrı. Sonra iş bana düşer. Eğrilmiş yünler yumaklanır. Yedi metre ara ile iki çivi dikilir. Bu yumaklardaki ipler çözülür. Bu çiviler arasına ipler çulfallığa göre yerleştirilir. Sonra öylece çulfallığa taşınır ve yerleştirilir. Sonra çulfallıkta bir takım işlere tabi tutularak dokunur. Yedi metre ip üzerine dokuma işi tamamlandıktan sonra kumaş çıkarılır. Dokuma esnasında yedi metre alınan ipler kısalmış ve altı metreye düşmüştür. Dokunan kumaşın şimdi ise tepilmesi gerekir. Depme işi ise şöyle yapılır: İki tane ekmek açmak için kullanılan senidin arasına top halinde dürülerek konur. Senidlerin arasında kalan kumaşa sıcak su dökülür. Bir kişi sıcak su dökerken, iki kişi ayak tabanları ile senitlerin arkasına karşılıklı oturup, ayak tabanları karşılıklı gelecek şekilde vurarak kumaşı sıkıştırırlar. Bu vuruşlar kumaşın ipleri birbirleri ile bitişinceye (Kaynaşıncaya-ipleri görünmeyinceye) kadar devam eder. Bu işlem birkaç saat devam edebilir. Artık şayak dikilmeye hazır kumaş haline gelmiştir. Kumaş ölçüldüğü zaman beş metre kalmıştır. Sıcak su kumaşa etki etmiş ve onu çektirmiştir. Yapılan bu kumaş tam bir yünlüdür. Buna keçe kumaş deseniz de olur. Kumaş kurutularak şayaklık pantolon, ceket kumaşı olarak kullanılır.
 

Ayşe gelinin anlattıkları bizim çok ilgimizi çekmişti. Bir kumaşın dokunması birçok güç işi gerektirmekteydi. Bu kumaş eşsiz Türk zevk ve kültürünün bir örneğinden başka bir şey değildi. Yoksa hiç bir kimse bu kadar zahmetli bir İşe katlanmazdı.
 

 

Çulfallıkta kumaşın dokunuşunu görmek istiyordum. Ayşe Hanım bize çulfallık başına geçip dokunuşu da gösterdi, de ona teşekkür ettik ve çulfallığı meydana getiren parçaları bize tanıtmasını istedik. O da parçaları tek tek tutup göstererek bize tanıttı. Çulfallık on dört ana parçadan meydana gelmekteydi. Bunar sırası ile Cırmakan - (2 adet), Kücüler - (2 adet), Ayakçak - (2 adet), Selmin, Mekik, Trevce, Anadirek - (4 adet), Bunların ne işe yaradıklarını anlatırken parçaları tek tek gösterdi. “Cırmakanların ayakçak uçlarına bağlı, iki kat olan ip sıralarını bir birinden ayırmak için asıltıma yerleri olduğunu” söyledi. Çırmakanlarda kücü ağaçlarına bağlanmıştı. Bu kücü ağaçları iki taneydi ve aralarından ipler geçmekteydi. Sağ ayakçağa veya sol ayakcağa basıldığı zaman kücünün biri yukarı doğru, diğeri aşağı doğru hareket ediyor ve iki ip sırası tam ortadan ikiye ayrılıyordu. Bu boşluktan ise Ayşe Hanım ip dolalı mekiği bir yandan diğer yana atıyor, ip çözülerek sıralar arasına giriyor. Sonra ortasında tutamağı olan tefe ağacım yeni çözülmüş olan ip üzerine hızla indiriyor ve böylece ip sıkışıyordu. Bu iş bir kumaş bitirilinceye kadar belki on bin, belki yirmi bin defa tekrar edilmekteydi. Kücüler ve diğer yerlerin hareketlerini ayakçaklar sağlamaktaydı önemli olan ayakların ritmine, elin hareketlerini uydurabilmekti, işte o zaman çulfallık sanki bir müzikmiş gibi sesler çıkarıyor ve bu ritm içinde ortaya şayak denilen bu kaliteli, güzel kumaş çıkıyordu. Dokunan kumaşlar selinin ağacına dolanıyor. Bir karış kadar dokununca selmin ağacı yandaki vites kolunu andıran kolu ile dolandırılıyor, dolamadan sonra ipler eski sertliğini yine kazanıyorlardı.
 

 

Ayşe Hanım bize mekikle ilgili ilginç bir hatırasını da anlattı. “Efendim, ben bu mekiği bir battaniye dokuyup, karşılığı, olarak aldım. Bir battaniyenin sade dokuma parası bu gün elli-altmış liradır. Bu mekik şimdi elli-altmış lira değerindedir. Ama siz bir marangoza gidip bu mekiğin belki daha ucuz bir fiyata yaptırabilirsiniz. Bunun değeri ise yüz elli yıllık bir tarihi bulunmasındandır. Bu mekik benim battaniye dokuyuverdiğim kadının ebesinden kendisine kalmış.”

 

Ayşe hanımın bu sözleri üzerine mekiği alıp inceledik, ipliğin geçtiği çok küçük delik, yanlardan aşına aşma Öyle bir hale gelmişti ki küçük serçe parmak sığar olmuştu. Bu mekik tarihin birçok hadiselerinin şahidi olmuş, üzerinde nice izler taşımaktaydı kim bilir?..

Ayşe hanımın beyi bizimle beraber dışarı çıktı. Dışarıda duran çarkı gösterdi. Bu çark ip bükmekte kullanılmaktaymış. Ayşe Hanım bunun da işleyişini bize gösterdi.
 

Çarkın bulunduğu kapıdan beraberce içeri girdik. İçerde başka bir manzara ile karşılaştık. Burada Ayşe hanımın büyük kızı «Istar» denen dokuma tezgâhında yünden çuval dokumaktaydı. Onun bu halini görünce hemen deklanşöre basıp resmini çektik. Bize bu tezgâhı da tanıtmasını istedik. Bize önce parçaları tanıttı. “Şu yandakiler iki adet ana direk” dedi. Üstteki yuvarlak direklerin adı ise “üst dönecek” miş. Alttaki de ”Alt dönecek”. Dokunmakta olan çuvalın iplerinin bağlandığı ağaçlar da “kücü ağaçları”. “Istar darağı.” Darak (tarak) demekti. Bu tarak her sıra ipin dik sıra ipler arasında sıkışmasını sağlamak için tersine vurulmakta. Çuvalın eninin aynı genişlikte olması içine ana direklere iki tane ip bağlanmıştır ve bu ipler arkası halkalı iki çiviyle (cımbar) çuvala sokulmuştur. Bu ipler dikine inen ip kümelerini tutmakta ve daralmayı önlemekteydi. Tarağın inişi ve cımbar halkalarının tıkırtılarla oynayışı ahenkli bir koroyu andırmakta.
 

Hamdi beyin evinden ayrılıp, çobanlık yapan, koyun besleyen ağabeysinin evine doğru yürüdük. Güler yüzü, tatlı sözü ile tam Yörüklere yakışan bir şekilde karşıladı bizi Feyzi Ağa bizi. Eşi Habibe Hanım da de ondan kalmazdı. Şimdilerde duydum ki Fevzi ağa rahmetli olmuş. O da bizi Yörük misafirperverliği içinde karşıladı. Onlarla da ala kilimler üzerine konuştuk. Bize dokuduğu bir seccadeyi ambardan çıkarıp gösterdi. Bu desen desen, renk renk işlenmiş bir seccadeydi. Bu seccadenin üzerine yıllar yılı kimler baş koyup Yüce Allah'a secde edecekti kim bilir? Bu güzellik, bu zarafet, bu incelik, bu el sanatı karşısında insanın eğilmemesi, saygı göstermemesi mümkün müydü? Duvarın üstüne serip hemen resmini çektik. Bize bunun gibi yüzlercesini işlediğini ve bu sanatın kendilerine ataları Yörüklerden kaldığını söyledi. Habibe Hanım. Çevremizdeki kilim adlarım sorduk, o bize şu isimleri saydı: “Çevremizde kilim çeşitlidir. Köy olarak bile değişir, Bağşış’lı Kilimi, Orhana’lı Kilimi, Yörük Kilimi gibi adlar verilirse de, esas kilim çeşidi Ala Kilimdir. Bu kilime ala kilim denmesinin sebebi ise her desenin ayrı bir renkte olmasındandır. Ayrıca boncuk, aynalı, boynuzlu kilimleri de çevremizde dokunan kilim çeşitlerindendir.”
 

Yörüklerin, değişik renklerden oluştuğu için kilime ve iplerine ala dediklerini öğrendikten sonra oradan da ayrıldık.
 

Bir müddet yürüdükten sonra evinin alt katında çulfallık bulunan Fatma Gün adlı yaşlı nenenin evine gelmiştik. Yanma vardığımız zaman ip çözmekle meşguldü. Ne yaptığını sorduk. O bize “Çulfallıkta dokumakta olduğum battaniyenin iplerine bu çözdüğüm ipleri ekleyip, yeni bir battaniye daha dokuyacağım” dedi. Çulfallıktaki battaniyenin iplerine bu yeni ipleri eklemesini seyrettik. Sonra biten battaniyenin arkasından yeni battaniyeye başladı. Hiç bir yere bakmadan desenini kafasından çıkarıp işlemekteydi. Hiç bir kâğıda, hiç bir desen örneğine bakmadan böyle harika battaniyeler işleyebilmek Yörüklerden başka kim tarafından yapılabilirdi? İşte bizi bu sahne çok | etkiledi. Kendisine sorduğumuzda “Bu desenler ne ki? Öyle desen işleyenler var ki; onlar ala kilimi, seccadeyi de kafalarından çıkarıyorlar” dedi. Bu hayretler uyandıran manzara karşısında parmağımızı ısırmak zorunda kalmıştık.
 

1900 doğumlu Dursun Teke, köyün en yaşlı kadınlarından. Onu ziyaret edip elini öptük. Kadın gençlere taş çıkartacak dinçlikteydi. “Allah’ın kendisine uzun ömür vermesini” diledik. O bize eskileri anlattı. Yürüklerin neler giydiğini. Biz de tek tek anlattıklarım not aldık. Kendisinin yörede hiç kalmamış olan öncekleri bile dokuduğunu söyledi. Kadın Yörük giyeceklerini bize tek tek anlattı. Bunlar başa takılan fes (tellik), göynek, cepken, darabulus (kuşak), üçetek, uzun don, öncek ve çarıkmış. Daha sonra bu giyecekler değişikliğe uğramış, ayaklara çivili çizme giyilmeye, başa poçu bağlanmaya başlanmış.
 

Tellik (başa giyiliyor) üzerinde, altınlar bulunurmuş. Bu altınlar tellik üzerine dolanan dolaklar üzerine takılırmış. Bu pulların sayısı kadının medeni halini göstermekteymiş. Uç pul, evli kadın, iki pul, dul. Bir pul, bekâr demekmiş.
 

Erkek Yörükler ise başlarına siyah ve beyaz renklerde keçe külah giyerlermiş. Gömlekleri ve iç giyecekleri ise normal iplerin boyanmasıyla, dokunup yapılan, çulfallıklarda dokunan kumaşlardan yapılan gömleklerden meydana gelirmiş.
Bele ucu püsküllü, kuzu yönünden yapılmış kuşaklar bağlanırmış. Gömleğin üzerine ise aba denilen şayaktan dikilmiş ceketler giyilirmiş. Pantolon yerine, yine şayaktan yapılmış şalvarlar giyilirmiş. Şalvar üstüne deve yününden millerle örülen çoraplar giyilirmiş. Ayaklarda ise çarık bulunmaktaymış.
 

 

Kadılar mahallesinden ayrıldıktan sonra yukarı köylere doğru yöneldik. Gercebahşiş, Karalarbahşiş, Güneybahşiş köylerinde Yörük kültürünü inceledik. Buralardan Güney bahşişte ala kilimlerin bir başka güzellikte dokunduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Bu bölgede dokunan kilimler daha desenli ve daha canlı. Güney köyünde keçeden halılara (yer sergilerine) da rastladık. Misafir olduğumuz genç Adnan'ın evinin tabanında bu keçe halılardan vardı. Keçenin üstü yer yer çiçek ve yaprak desenleri ile donatılmıştı.
 

Yine Güney köyünden Hüseyin Çetin’in evine. Uğradığımızda bizi, evinin alt katına indirdi. Açık kapıdan içeri- girince önce pek bir şey göremedik, içerinin karanlığına gözümüz alışınca kansı Ümmü Çetin ile kızının bir ala kilim dokumakta olduklarını fark ettik. Ana kız tezgâhın arkasında iki metreye varan genişlikte çalışmaktaydılar. Istarda ala kilim bütün desenleri ile görülüyordu. Bir metresini biri bir metresini diğeri işlemekteydi. Bu işlenen hat tam ortada ve hiç bir ayrılık söz konusu olmadan bileşmekteydi. Tam ortadan kilim ikiye kapansa sağ ve soldaki desenler hiç şaşmadan bir birinin üstüne gelirdi. Tam bir simetri vardı. Biz iki ayrı kişinin işlemekte olduğu bu kilimi görünce desen kâğıdım istedik. «Desen kâğıdı yok» dediler. Göz ucuyla araştırdım. Gerçektende desen kâğıdı yoktu. Bütün bu nakışlar, desenler iki ayrı kişinin kafasından, bir nakıs, olarak nasıl çıkıyordu bir türlü anlayamamıştım.
 

Bütün bu desenler acaba nereden geliyordu? Kendilerine sorduk. Bu desenlerin bir kısmı atalardan kalmaymış. Bir kısmını da kendileri kafalarından çıkarmaktaymışlar. İşte buydu! Türk kültürünün ince yanı ve özelliği.
 

Daha bu gezimizi planlarken, “Kök boya” denen boya cinslerini de araştırmayı düşünmüştük. Bu konuyla ilgili sorularımızı Hüseyin Çetine yönelttik: “Biz kök boya diye bir boya cinsi biliyoruz. Bununla ilgili çok şey duyduk. Bu boyalar nasıl bir hangi ağaçlardan, ya da hangi otlardan elde ediliyor? Bize bu konuda ne söyleyebilirsin?” Hüseyin ağa bize şöyle dedi; “Bu gün için bu boyaları yapıp da kullanan yok. Eskiden vardı. Bu boyalara solmaz boya da denmesi doğru olur. Çünkü bu boyalarla yapıla kilimler hiç bir zaman solmaz. Herke işin kolayına kaçıyor. Yünü suni boyalarla boyatıyorlar. Ama yine de hatırladığım kadarıyla söyleyeyim. Karamuk bitkisinin köklerinden ve kendisinden; sarı, meyvesinden; mor, Kınadan; Kırmızı, Arap Kızı (saçı) otundan; mavi. Ardıç giliğinden (çekirdeğinden) Kahverengi ve Yeşil, Cevizin kabuğundan: Yeşil, Nar kabuğundan; Kahverengi renk boya çıkarılırdı. Nasıl. çıkarıldığını unuttuk. Geldi geçti bir şey. Yapmayalı yıllar oldu. Ancak; genel olarak bu kökler, ağaçlar, kaynatılır, suyun içine yaz yünleri atılır ve yün boyama işi gerçekleştirilirdi.”
 

 

Hüseyin ağanın çok güzel Kirmen (Eğirtmeç) yaptığını bize bir başka Yörük söylemişti. Kendisine bize bir kirmen göstermesini söyledik. Şimşir ağacından yaptığı bir eğirtmeci gösterdi ve bize hatıra etti. Kirmen on beş santimetre kadar birinin deliğine geçen ve orta yerinde dar, uzunlukta uçları aşağıya doğru inen ince bir orta ağacı bulunan, ip eğirmekte kullanılan bir araçtı. Genel olarak meşe, şimşir, ladin, katran ağaçlarımdan yapılmaktaymış.
 

YÜRÜYEN İNSAN
 

Yörük kelimesinin anlamı araştırılır ise “Yürüyen Türk insanı” anlamına geldiği sonucuna varılır. Buradaki yürüme manası konargöçerlik anlamında kullanılmıştır. Yaz mevsiminde yaylalarda konaklanılması, kışın ise sahil yerlere inilmesi, hayvan beslemenin gereği olarak görülmüştür, işte bundan dolayı Toroslar üzerinde yaşayan bu insanlara da ataları gibi Yörük denmiştir.
 

 

Bahar geldi mi bir başka coşar Yörükler. Göç vardır o zaman. Soğuk pınarların aktığı, başlan dumanlarla kaplı dağların bulunduğu, yemyeşil otların bütün her tarafı kapladığı yaylalara doğru. Nasıl coşmaz insan, nasıl sevinmez?
 

Göçler de bir başka dünya yaşanır. Genç ihtiyar herkesin dilinde bir türkü olur. Her konak yerinde bir yakım yakılır. Anamur’lu mahallî sanatçı, keman üstadı  Ahmet Bülbül şöyle anlatır bu Sarı Yaylalara göçü: “Of! Bizim obalar göçüncekte her dereler anam, ah yurd olur-Of- Senin söylediğin sözlerde benim içerime ah, dert olur -Senin benden ayrılmanda bunun ile yavrum dörd olur, dört olur of. — Kara toprağa girmeyincekte ayrılmam senden anam hey, hey, sürmelim hey, hey, a dağlar hey// yavrum aman, ay abam hey, kuşağı - Kara topraktır da yavrum koç yiğidin döşeği - Of! Zaman gelirde bizde geldikte geçtik dersin, a geçtik, a geçtik hey, a geçtik hey// Of! Muarlar goyağıda akar akarda a sevdiğim, ay anam hey, bulanır vay - Of! Bizim Anamur'un göçüde Guru Ağaç dönmesini ah dolanır -Abanuz çeşmesinden de güzeller yavrum sulanır, sulanır, sulanır vay, vay - Çekip gider Barçın Yaylasına da bir güzel hey, sürmelim hey, a dağlar hey, hey// Of! Ismahan elidir de sevdiğim bizim, aman, anam, ah gölümüz - Of! Ördek uçtuda geren kaldı da, yavrum aman, ay abam hey gölümüz - Senin ile böyle miydi, a güzel gavlimiz, gavlimiz vay vay vay - Gavil yatağına dolamda görüşelim de. Sevdiğim güzel hey, hey, hey, ay anam, hey, a dağlar hey.//” Bu San Yayla türküsünü böyle okuyan Anamur’un kıymetli sanatçısı Ahmet Bülbül' dür. Bu gün, de, bu Yörük havalarının yaşatılması, ortaya çıkarılması için yoğun bir caba içindedir.
 

Anamur’un mahalli çalgıları; Davul, Koca Kaval, Kabak Kemanidir. Fakat bu çalgılardan kavalın yerini zamanla Klarnet, Kabak Kemanenin yerini de Keman almıştır.
 

MAHALİ SANATÇILAR
 

Anamur çevresinin, Toroslarda yaşayan diğer Yörüklerle bazı havalan benzeşirse de; kendine has birçok havası vardır. Sadece ve sadece Anamur’a ait Kemancı Ahmet Bülbülün çalıp söylediği Sarı Yayla türküsü diğer ilçelerce de kendine mal edilmeye çalışılmaktadır. Anamur’lu sanatçılar “Bunun bir kopyadan ibaret” olduğunu söylemektedirler. “Nasıl Mevlana’mıza Fars'lılar, Karagözümüze Yunanlılar, Yunusumuz’a bir başkası sahip çıkmak istiyor. Yani güzel olana, iyi olana herkes sahip çıkmak istiyor. Anamur’un Sarı Yayla türküsü de güzel olduğu için, çevre ilçeler de sahip çıkmak istiyor...” ama şu var ki onlarda Yörük ve bizimle birlikte gelip Taşeli Platolarına birlikte yerleşmişler. Bu kadar benzeşme de aynı milletin çocukları arısında elbette ki olacak.
 

Anamur’un mahalli çalgılarını çalan, birçok sanata var. Bunlar arasında Davulda: Kara Yılan 'ı, Kara Tevfik 'i, Dıvır-dış'ı saymak mümkün. Bunlardan her halde sadece Karayılan halen hayatta. Yeni birçok genç kesimden müzisyen de geliyor. Keman da ise: Ahmet Bülbül'ü. Klarnet de ise: Yörük Bayram' ı (rahmetli oldu) Ali Derya'yı (rahmetli oldu) , Şafak Küçükderya’yı, Pampela’yı, Hakan Küçükderya’yı saymak gereklidir.
 

SONA DOĞRU
 

Orta Asya'nın, Tanrı Dağlarından şahlanıp, Viyana kapılarına dayanan Yüce Türk Milleti'nin gerçek evlatlarından; Türkmen Yörükler, yine aynı ruh ve düşünce diriliği içinde, dimdik ayaktalar.
 

Toroslar üzerinde yine ata binip, mehterin -vurup Viyana kapılarına dayanılacak günleri beklemekteler. Bir takım Vakıfların, azınlık uzantısı, Sevr yardakçılarına, ayrılık yaratma heveslilerine rağmen, Türk olmanın bilincini taşıyorlar.
Oylum oylum türküler, nakış nakış dağlara işlenmekte...

 

Genç Yörük kızlarının türküleri, ilmek ilmek ala kilimlere yansımakta.

 

Fotoğraf: Nevzat Çağlar (Istar)

 

Becerikli ellerce kilimlerin üzerine islenen motifler. Orta Asya Türkmen uygarlığının, Türk zevk ve kabiliyetinin en güzel misallerini göstermekte.
 

Çulfallık denen dokuma tezgâhlarında çalışan kızların elleri, modern fabrikalarını dişlilerini. Türküleri; motorların çıkardığı sesleri andırmakta, ilmek ilmek, nakış nakış, desen desen, renk renk işlenen kilimler bir renk prizması oluşturmakta. Gökkuşağı gibi parlamakta. Yarının Türkiye’sinin aydınlık ufuklarına renk ve ışık vermekte...
 

Selam olsun, Toroslardaki Yörüklere... Analara, bacılara, ağalara, beylere...

 

Selam olsun, Türkmen Koçyiğitlerine, ceylan bakışlı, pembe yanaklı, üçetekli sevgililere...

 

Çınar ARIKAN

(Bu Yazı İçel Kültürü Dergisinde Yayımlanmıştır.)
 

   

  Başa Dön 

Yazdır

 
 
 
Copyright © Tüm Hakları Saklıdır [Çınar Arıkan]